Ayşe Acar | Göç Hikayeleri
Almanya’da büyüyen ve yıllar sonra evlenerek Türkiye’ye dönen Dilşad Budak Sarıoğlu’nun gerçek yaşam öyküsünün anlatıldığı sahne performansı Türkland, göç, aidiyet ve Türk-Alman ilişkilerine ışık tutuyor.
İnternette karşıma çıkan “Türkland” adlı sahne performansının afişinde şöyle yazıyordu; “Almanya’da büyüyen Dilşad ailesiyle kaçarak terk ettiği Türkiye’ye yıllar sonra büyük aşkı için geri döner. Almanya’da göçmen ve Türkiye’de geriye göç eden biri olarak yaşadıklarıyla baş etme sürecini her iki kültürün de içinde barındırdığı klişeleri ve kendine has tuhaflıklarını düğün gününde irdelemeye başlar.”
Göç Öyküleri köşemiz için ilginç bir yazı konusu olacağını düşünerek, hemen bu performansı izlemek üzere bilgisayarımın karşısına geçiyorum.
“Babam solcuydu, annem gözü kara. 12 Eylül darbesinden iki ay sonra, annem beni bir ebenin yardımıyla evde doğurmuş. Babam örgütsel faaliyetleri sebebiyle darbeci askerler tarafından arandığı için hastaneye gitmeleri de mümkün değilmiş; saklanmaları gerekiyormuş. Ben altı aylıkken polis askeri rejimin emriyle amcamı öldürmüş. Babam onunla aynı kaderi paylaşmamak için Türkiye’den kaçmış. İki ay sonra da peşinden annem gitmiş. Ben önce İstanbul’da dedem ve babaannemle kalmışım. Bir buçuk yaşında başka bir çocuğun kimliğiyle, o çocuğun anne babası tarafından annemin altın bilezikleri karşılığında Avrupa’ya çıkarılmışım.“
Oyunun henüz başında, boğazıma bir şey takılıyor, yutkunamıyorum. Nihayet yutkunabildiğimde çok acı bir şey yutmuş gibi boğazım alev alev yanıyor, gözlerim akmaya başladı. Mideme taş gibi bir şey oturuyor. Sindiremiyorum. Hepsi de bildiğimiz şeyler, bilinen hikâyeler. Ama her seferinde can yakıyor. Her seferinde yeniymiş gibi tekrar ve tekrar…
“80’lerde ‘Ausländer’, yani ‘yabancı’, veyahut da ‘Gastarbeiterkind’, yani ‘misafir işçi çocuğuydum’. Sonra anne babamın Almanya’ya işçi ailesi olarak değil de, kaçarak gelip yerleştikleri anlaşılınca, birden ‘Asylantenkind’, ‘mülteci çocuğu’ oluverdim. 90’larda kulağa daha ‘politically correct’ geldiği ve toplumda ‘göç’ gerçeğiyle yüzleşmeye başlandığı için ‘Migrant’, yani ‘göçmen’ oldum. 2000’li yıllarda ise en ‘politically correct’ tabiri nihayet bulduklarını ümit ederek bize ‘Deutsche mit Migrationshintergrund’, ‘Göçmenlik arka planı olan Alman’ veya ‘Deutschtürken’, yani ‘Alman Türkleri’ demeye başladılar. Son yıllardaysa “Neudeutsche”, Yeni Almanlar; “Deukisch” Türk ile Alman’ın birleşimi ‘Talman’ gibi yaratıcılıkta sınır tanımayan yeni türevler de ortaya çıkmaya başladı ama müsaadenizle oralara hiç girmeyeyim.“
Türkland, Dilşad Budak Sarıoğlu‘nun otobiyografik romanından oyuna uyarlanmış. Kültür karmaşası yaşayan genç bir kadının kendini bulma çabası mizahi bir üslupla aktarılıyor. Yukarıdaki paragrafı okuyup da insanın “Ben acaba neyim, kimim?” diye sorgulamaması herhalde çok zor. Hele de çocukken…
“Almanya’da yine ırkçılık alevlenmişti. Neo Naziler yabancıları öldürüyordu; mülteci yurtlarını ve Türklerin oturduğu evleri yakıyordu. Solingen şehrindeki kundaklamada beş insan ateşlerin içinde can verdi. Bundan birkaç hafta sonra ise benzer bir haber Türkiye’den geldi: Sivas’ta Madımak diye bir oteli, içinde konaklayan aydınlarla, şairlerle ateşe vermişlerdi. O ateşin içinde 33 insan öldü. Hangi kimliğime dönsem, yakılıyordu.”
Madımak haberini, üniversite ikinci sınıfta gazetede okumuştum. Okula gitmeden önce mutlaka sabah gazetelerini tarardım. O gün gazeteyi açtığımda donup kaldığımı hatırlıyorum. Lisedeyken okulumuzu ziyaret eden, bize yazarlık mesleğini tanıtan Asım Bezirci‘yi yakarak öldürmüşlerdi ve daha 35 kişiyi… Solingen haberini de dün okumuş gibi hatırladım, Dilşad’ın satırlarında.
Türkland Türk-Alman tarihi ve ilişkileri gibi kavramları da ele alıyor. Bir göçmen hikâyesi üzerinden aidiyet arayışının aslında insana özgü ve evrensel olduğu anlatılıyor.
Oyunu izledikten sonra Dilşad Budak Sarıoğlu’na ulaşıyor ve bu oyunun hikâyesinin nasıl ortaya çıktığını soruyorum. Söz kendisinde.
Performans Almanya’da 15 şehirde sergilendi
– Sizi tanıyabilir miyiz?
1980 yılında İstanbul’da doğdum, 80 darbesi sonrasında yurtdışına kaçmış anne babamın yanına 82’de getirildim ve Almanya’da büyüdüm. Düsseldorf Heinrich-Heine Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldum. 2011’de Türkiye’ye yerleştikten sonra, İstanbul ve Münih merkezli bir hukuk şirketinde CEO olarak çalıştım. Almanya’da oyunculuk eğitimi alarak tiyatro ve müzikallerde sahne aldım. 2015’te Şahika Tekand Stüdyo Oyuncuları’nda eğitimimi tamamladım. Entropi Sahne’de otobiyografik romanım Türkland’ın sahne uyarlamasında yer aldım. Aynı ekiple Almanya’dan Mehrtyrer Kollektiv işbirliğiyle sahneye konan Düğün adlı oyunda rol aldım. 2013 yılından beri oyunculuk, yazarlık, sunuculuk yapıyor ve Alman Televizyonu ile Alman Radyosu için serbest prodüktör olarak çalışıyorum.
– Böyle bir oyun sergilemek ne zaman ve nasıl aklınıza geldi?
Aslında bu performansımızın yönetmeni İrem Aydın‘ın fikriydi. İrem’le 2017 yılında tanıştığımızda kendisi Entropi Sahne’nin yardımcı genel sanat yönetmeniydi. Benim göç, aidiyet, kimlik arayışı gibi konuları irdelediğim otobiyografik bir roman yazdığımı öğrenince okumak istedi. İrem tiyatroda bir festival organize ediyordu ve benim metnim üzerinden de bir çalışma yapmamızı önerdi. Festivalden sonra daha fazla vaktimiz olduğunda hikâyemi oyunlaştırmakta karar kıldık ve sadece o festival için okuma performansı olarak sahneleyelim dedik. Oyuncu Ilgıt Uçum da bize katıldı ve üçümüz haftalar süren bir çalışmayla metni uyarladık. Ancak Türkland bu haliyle o kadar ilgi gördü ki, oyunlaştırmak yerine okuma performansı olarak bırakmaya karar verdik. O zamandan beri hem İstanbul’un farklı sahnelerinde oynadık, hem de Almanya’nın 15 şehrinde defalarca turne yaptık.
Kendimi memleketimde yabancı hissediyordum
– Peki kitabı yazmaya ne zaman karar vermiştiniz?
Aslında Türkland’ı yazma dürtüsü hayatımda derin bir boşluğa düştüğümü hissettiğim bir anda gelmişti. Birkaç yıldır Türkiye’de yaşıyordum ve burada özellikle iş hayatına uyum sağlamakta çok zorlandığımı anladığım bir noktaydı o. Sarsıldım. Çünkü ben çocukluğumdan beri Türkiye ile aramdaki bağı hep güçlü kılmıştım, memleketimin dilini öğrenmek, kültürünü, sosyolojisini iyi anlamak, tarihi ve politik gerçeklerini yakından takip etmek için çok özen göstermiştim. Bu sebeple 2011’de Türkiye’ye yerleşirken de, o yıllarda esen havanın aksine illüzyonlara kapılmamıştım, ülkenin toplumsal ve politik bir kaosa sürüklendiğinin farkındaydım. O zaman nasıl oluyordu da böylesine ciddi bir adaptasyon sorunu yaşıyordum, kendimi memleketimde bu denli yabancı hissediyordum? Sonra bir baktım, sadece Türkiye değil, Almanya ile yaşadığım aidiyet sorunlarım, o güne kadar bastırdığım ırkçılık travmalarım, hepsi sanki aynı anda üzerime çöküyordu. Başka çıkış yolu bulamadığımdan yazmaya başladım.
– Bu belki sizin hikâyeniz ama aslında birçoklarının hikâyesi değil mi?
Evet, her ne kadar yazmayı yaşadıklarımla yüzleşme aracı olarak kullansam da, ilk satırdan itibaren sadece kendim için yazmadığımı biliyordum. Hem Türkiye’deki Türklerin hem Almanların, biz göçmenlerin, sürgünlerin, “misafir işçi“ deyip geçiştirdikleri bu insanların yaşam gerçekleri hakkında ön yargılar ve klişelerden öte çok fazla şey bilmediklerini göstermek istedim. Bir de kendimle ve ön yargılarımla yüzleşmek ve bu yüzleşmeyi insanlarla paylaşmak istedim. Çünkü bir noktadan sonra anladım ki, benim kimliğimi, aidiyetimi benden başka kimse tanımlayamaz. Eğer kimliğim üzerindeki tasarruf hakkımı başkalarının elinden almak istiyorsam, önce kendim kim olduğumun muhasebesini dürüstçe yapmalıydım. Hikayemi yazmak bana bu süreçte yardımcı oldu. Başkalarına da bu muhasebeyi yapma ve kendi kimlikleri üzerindeki tasarruf hakkını geri kazanma konusunda motivasyon olsun istedim.
Konu sadece göç değil, insanlık sorunu
– Almanlardan, Almanya’da yaşayan Türkler’den ya da dünyanın farklı yerlerindeki göçmenlerden ne gibi geri dönüşler aldınız?
Oyunlardan sonra bize ulaşan çok insan oluyor. Onun dışında biz her oyun sonrası seyircimizle bir soru cevap bölümü yapıyoruz. Bu sohbetlerde çok duygusal anlar yaşanıyor, insanlar belki o güne kadar pek kimseye anlatmadıkları deneyimlerini paylaşmaya başlıyorlar. Göçmenler bu hikâyede kendilerini bulduklarını söylüyor.Türkiye’de yaşayan Türkler misafir işçilerin veya mültecilerin gerçekte ne yaşadığının çok da farkında olmadıklarını belirtiyorlar. Bugüne kadar hiç göç deneyimi yaşamamış olanlar bile kendinden bir şeyler buluyor. Ki zaten Türkland aslında göç konusu örneğinde zaman ve coğrafya ötesi bir insanlık sorununu anlatmaya çalışıyor.
– Nasıl bir sorun?
Arada kalmışlığı, ait olamamayı hiç deneyimlememiş bir insan var mıdır bu dünyada? Irk, mezhep, sosyal statü, cinsel yönelim, politik görüş… Birbirimizi ötekileştirmek için o kadar çok bahanemiz var ki, hiçkimse bir gün bir yerlerde ötekileştirilmekten kaçamıyor.
Göç iyi yönetildiğinde toplumu geliştirir
– “Almanya’ya gitti, oraya uyum sağlayamadı” denen Türkler’le ilgili “Onlar uyum sağlamak için gitmedi.” diyorsunuz. Açıklar mısınız?
Bir kere ilk baştan söylemek isterim ki bana göre uyum karşılıklı gerçekleşen bir olgudur. Tek bir tarafın diğer tarafa tamamen uyum sağlamasını beklemek, o diğer tarafın her şeyiyle daha doğru, daha üstün olduğunu varsaymaktır. “Ama onlar bizim ülkemize geldi, dolayısıyla onlar bizim doğrularımıza göre şekil almalılar” argümanı da yetersiz kalıyor çünkü burada “biz” diye bahsedilen olgu gerçekte çok tanımsız. Kim bu “biz”? Alman toplum mu? Türk toplumu mu? Oysa toplum olmak organik bir durumdur, toplumlar tarihin akışında değişir dönüşür, en iyi koşulda ise gelişir. Göç almak da bir toplumu derinden değiştiren, iyi yönetilirse geliştiren bir süreçtir. “Gelenler bize uysun, biz durduğumuz yerde kalalım” tutumu ise, her iki tarafa da zarar veren, kaçırılmış fırsatlarla dolu bir yanılgıdır bana göre.
Hadi diyelim bu görüşe katılmıyorsunuz ve misafir işçilerin zamanında Almanya’ya uyum sağlamamalarını eleştiriyorsunuz. O zaman en azından birkaç noktayı unutmayın lütfen: Bu insanlar hiç bilmedikleri bir ülkeye para kazanmak için gitti. Dolayısıyla göç, aynı zamanda bir sınıf sorunudur. Burada eleştirilecek bir şey varsa, o da dünyamızda hâlâ insanları çaresizlikten göç etmeye zorlayan, onları gittikleri ülkelere uyum sağlayacak bilgi ve becerilerle donatmakta eksik kalmış sistemlerdir.
Not: Sahnede Dilşad Budak Sarıoğlu’na, Ilgıt Uçum’un eşlik ettiği oyun İrem Aydın tarafından yönetiliyor. Pandemi koşullarında sahne alamayan ekibin dijitalleştirdiği oyunu ise Noyan Ayturan yönetmiş. 70 dakikalık performans iki dilde Almanca ve Türkçe ve altyazılı olarak sergileniyor.
Ayşe Acar’ın Göç Hikâyeleri köşesini incelemek için buraya tıklayabilirsiniz.